Ürettiği kadar yaşıyor insan. Aksi taktirde yediği yemekler, gezdiği sokaklar ve aldığı tüm zevkler bir gün son buluyor. İşte o son bulduğu gün, tekrar tekrar aynı soru peşini bırakmıyor. Belki de ölüme yaklaştıkça bu çınlamalar giderek artıyor. Ruhu olan her insanın ise aklının bir kenarında bu sorunun mutlaka bulunduğunu düşünüyorum. Belki hatırlamıyor ancak mutlaka bir köşede bu soru bulunuyor. İşte o soru;
“İnsanlık için ne bıraktın bu dünyaya?”
Eee derince bir düşünüyor insan. Hemen öyle cevap veremiyorsun. Cevap vermeye kalkışsan bile mutlaka “daha fazlası olabilirdi” diye gerisi geliyor. Her kim olursan ol, bir pişmanlık hissediyor insan. Bu zamana kadar yaşadığın ömrünün çoğunu kendinle uğraşarak geçirdiğini anlıyorsun. Bir günü 3 böldüğün zaman 8 saat uyku, 8 saat çalışma ve 8 saatin ise sana kaldığını farkediyorsun. Tabi en iyi ihtimal bu şekilde. Hele birde İstanbul gibi bir şehirde yaşıyorsan yaklaşık olarak 5 saat kalacaktır avucunda. Bu 5 saati de kendi zevklerimiz için harcıyoruz. Belki televizyon izliyoruz, belki internet ile uğraşıyoruz ancak bu bile bir şekilde anlamadan uçup gidiyor. Günün sonunda ise ömrümüzden bir takvim yaprağı daha düşüyor. Sonuç olarak yine kendimizle uğraştığımız ama hiç yaşanmamış koca bir gün. Yapraklar bir bir eksildikçe bir bakıyorsun ki artık yaprak kalmamış. Koca bir ömür aslında hiç yaşanmamış. Daha doğrusu ölüp gittiğinde insanlığa yararlı bir şey üretmediğin için ismin de silinip gitmiş oluyor. Yanlış anlaşılmasın. Mesele ismini ya da soyadını nesiller boyu devam ettirmek değil. Asıl mesele bu insanlık için tüm kalbinle inanarak yararlı olup olmadığın. Eğer evet ise isminin hiçbir yerde olmaması veya silinip gitmen de önemli değil. Ancak cevabın hayır ise o zaman derince bir düşünmek gerekiyor. Gelin düşünelim.
Ben merkezli yaşam diyorum ben buna. Onun için sadece kendisi yaşıyor. Etrafındaki herkes ise ona hizmet ediyor. Diğer herkesi ise eleştiriyor. Üstelik birde etrafını “neden böyle değilsin, neden şöyle değilsin” diye yargılıyor ancak diğer insanların gelişmesi için tek adım bile atmıyor. Toplum yararına kuruluşlarda çalışmayı ise enayilik olarak görüyor. Çünkü ondan bir maddi kazanç da elde etmiyor hatta yoruluyorsun. Ancak bu tip kişiler bilmiyor ki insan sadece vücuttan ibaret değil. Eğer sadece vücuttan ibaret olsaydı söyledikleri kesinlikle doğruydu. Ancak vücudun gıdası olduğu kadar ruhun da gıdası var. Maddi vücut bir şey tüketerek doyar ancak manevi ruh ise tam tersi. Ruh ise bir şeyler üreterek doyar. Belki bir sanat dalı. Çok özenle hazırlanmış bir tablo olabilir ya da şiir, kitap vs. olabilir. Bunlara yeteneği olmayabilir. Hiç sorun değil çok normal. Belki yardıma ihtiyacı olan birine yardım ederek de ruhumuz doyurabilir. Çünkü orada da sevgi üretiyoruz. Yani dediğim o ki, üretmek sadece somut bir kavram değil. Soyut da olabilir. Asıl mesele kendimiz dışındaki insanlara -kendimizi aradan çekerek- hizmet etmek. Ruh da işte böyle doyuyor. Bunu farkedebilen bir insanı siz yemekler, eğlence ve benzeri maddi zevkler ile doyuramazsınız. Onunda maddi vücudun doyabilir ancak ruhunun doymadığının farkındadır. Ona göre ise ürettiği kadar yaşar insan. Üretmediği kadar bir ölüden ibarettir.
Asıl mutluluk ne biliyor musunuz?
Ömrümüzdeki son yaprak sayfasına geldiğimiz zaman tekrar son bir kez soracağız bu soruyu kendimize.
“Şimdi artık gidiyorum. Ne bıraktım arkamda?”
Eğer güzellikler var ise o gerçek mutluluğu ve huzuru kim açıklayabilir ki?
1 yorum
çok samimi bir yazı teşekkürler