Nedendir bilmem ama geceleri kendimi daha huzurlu hissediyorum. Herkes uykuya dalmış bilmem kaçıncı rüyayı görürken bazı günler anlamsızca birden uyanıyorum. Gün boyunca kendime zaman ayıramıyorum. Kendime zaman ayırmak için en doğru saatleri gece yarısı seçiyorum. Özellikle en üretken olduğum saatlerde bu saatler. Hatta bu yazıyı da bir gece yarısı yazıyorum. Önceleri kendimle yüzleşmek için harcardım bu vakitleri. Tüm günümü ve geçmişimi sorgulardım. Geleceğimi planladığım da olurdu. Artık öyle yapmıyorum. Sadece sessizliği dinliyorum. Amaçsız, sorgusuz, eleştirisiz, olduğu gibi… Düşünmenin değerini daha doğrusu idrâk etmenin ve bilinçli olmanın yüceliğini işte o zaman anlıyorum.
Bir zaman böyle gecenin karanlığında kaybolup giderken sessizlik bozulmaya başlıyor. Hızla geçen saatin “tik, tak, tik tak” diyen çığlıklarını duyuyorum. Sanki “Ömründen bir saniye daha geçti. Kendine gel. Sen ne haldesin?” diye bağırışı gibi. Sonra israflarla dolu buzdolabın kusacakmış gibi homurtusunu duyuyorum. Kapalı olan televizyonun sürekli yanıp sönen ışığına ne dersin? Sanki gündüzleri biz onu izliyoruz, geceleri de o bizi izliyormuş gibi düşündürüyor. Yalan da değil! En özel, en mahrem hayatlarımızı bile şu kutucuklarda görmüyor muyuz? Şarjda olan telefonumun ışığını yanıp sönüyor. Telefonda kendince ilgi bekliyor diye gülüyorum. Falan kişi, falan resmimi beğenmiş. Ah bir mutlu oluyorum, bir mutlu!! Hiç değilse telefon ilgi beklediğini dürüstçe söylüyor. Peki bizim sevilme, beğenilme, başkaları tarafından onaylanma ihtiyacımız ne olacak? Böyle bir absürtlüğün içinde dolanıyorum. Tüm sessizliğim mahvoluyor. Cihazlarla konuşuyorum. Hepsi ne kadar da çok konuşuyormuş sürekli!
Balkona çıkıp biraz yıldızları seyredip açılırım diye düşünüyorum ama bu seferde çok ilginç bir olayla karşılaşıyorum. Bizim sokak lambalarımız, koskoca yıldızları söndürmüş. Akıl alacak iş değil! Ay desen o da biraz olsun sessizlik arar gibi bulutların arkasına saklanmış. İnsanlığa küsmüş gibi sadece güneşe dönmüş yüzünü. Çok şükür sabah ezanı okunuyor da biraz olsun şu geveze cihazların sesini kısıyor. Ardından güneş tekrardan yükselmeye başlıyor. Havanın pusunu siliniyor. Üşümeye başlayan vücudum, tekrar ısınmaya başlıyor. Çok şükür ki güneş bize küsmemiş diye dua ediyorum. Güneş de bize küsmüş olsa bu makine kafalarla işimiz zor. Haliyle bu seferde horoz sesi arıyorum. Ama bu şehir hayatında onu da bulamıyorum. Sanırım horoz da bize küsmüş. Ayrıca yemekhanede çıkan piliç ızgara aklıma geliyor. “Acaba horoz, bize küstüğü için mi ses çıkarmıyor yoksa onu yediğimiz için mi?” diye sorgulamadan kendimi alamıyorum.
Gel vakit, git vakit hemencecik giyinip hazırlanıyorum. Peynir, ekmek, domates hazırlamayla harcayacağım vakti hemen 5 dakikada köpek mamasına benzer nesquik ile hazırlayıp kazandığım 3 dakikanın gururuyla göğsümü kabartıyorum. Metro otomatlarının önüne gelince “dı ınt, dı ınt” diye sürekli bir cihazın öttüğünün farkına varıyorum. Acaba “bu da ne istiyor?” diye düşünürken bu sefer cevabını kendisi veriyor.
“Sadece kağıt para girişi yapınız…”